Ocak 29, 2016
O haritayı biz çizeceğiz, bunu kafanıza sokun!
O haritayı biz
çizeceğiz, bunu
kafanıza sokun!
![]() |
İbrahim KARAGÜL Yeni Şafak 29.01.2016 |
Göremediğimiz için de hala eski cümlelerle, algılarımızla, perspektifimizle bir şeyleri çözmeye çalışıyoruz. Çözemeyiz, çözemezsiniz, göremezsiniz. Dünya ve coğrafya bambaşka bir hesaplaşma içindeyse, bir paylaşım mücadelesi veriyorsa ve siz hala eski durduğunuz yerde duruyorsanız, oradan bakarak bir şeyleri anlamaya çalışıyorsanız kaybedersiniz.
Her ülke için Suriye projesi
Bu yüzyıl için coğrafyamızı kaos coğrafyası ilan edenler, buna göre adım adım yeni cepheler kuranlar, bunu değerler, kimlikler vekaynaklar üzerinden pazarlayanlar aklınızı karıştırmayı başarmışlarsa kaybedersiniz.
Bırakın coğrafyayı kurtarmayı, bırakın cepheleri kapatmayı yeni cephelerin açılmasını önleyemeyeceğiniz gibi bir süre sonra ülkenizi kurtarmayı da beceremezsiniz. Hepiniz Suriye olursunuz. Çünkü onların bu bölgedeki her ülke için birer Suriyeleştirme projesi vardır ve bu, gün gibi açıktır.
Kimliklerimiz Ege denizi'ne gömüldü
Milyonlarca Suriyeli misafirimiz var. Bu ülkede yüzbinlerce ölümüz var. Harabeye dönüşen şehirlerimiz var. Denizlere gömülen çocuklarımız, vatansızlarımız var. Ege Denizi insanlarımız için bir mezarlığa dönüştü. Bizim insanlarımız için. Bizim kadınlarımız.. Bizim çocuklarımız için.. Türkiye'nin birçok yerindekimsesizler, sahipsizler mezarlığı kuruluyor. Sadece cinsiyeti ve yaşı yazılan mezarların sayısı hızla artıyor. Coğrafyanın kimliği etnik değil, mezhep değil bu kimliksiz mezarlardır.
Avrupa sınırlarında tel örgüleri aşmaya çalışan, insanca sığınmaya çalışan yüzbinlerimiz var. Aşağılanan, horlanan, Müslüman olduğu için düşman bellenen, Avrupa için ulusal güvenlik tehdidi ilan edilen kadınlarımız, çocuklarımız var. Sadece insan olarak kapılarına dayandıkları ülkelerin aşağılamalarına maruz bırakılanların ülkeleri bu güçler tarafından tarumar ediliyor. O ülkeler bir gizli koalisyonla Suriye insanlarının ölümü üzerinde, onlara yönelik kıyımlar üzerine oyun kuruyor.
Avrupa değerlerini kendi elleriyle yok ederken, hızla yeni ırkçılık dalgasına teslim olurken insan onuruna sahip çıkan Türkiye'yi Suriyeleştirme projesi sürpriz değil. Çocuklarımızı Ege'nin derin sularına gömen Avrupa, bu ölümler üzerinden Cenevre tiyatrosuuygulayan Avrupa, Rusya'sıyla, Amerikalı'sıyla birlikte bir Suriyeleştirme senaryosu da Türkiye'ye karşı yürütüyor.
Terörle mücadele değil, savaşıyoruz!
İşte bu yüzden Sur'da, Cizre'de ve diğer şehirlerimizde yürütülen mücadele bir savaştır. İşte bu yüzden su savaşı da Suriye'yi çıkmaza sürükleyenler şekillendirmektedir. Bu yüzdenortada terör yoktur, terörle mücadele yoktur, Türkiye'yi Suriyeleştirme senaryosu vardır. Bu terör olmadığı gibi etnik bir savaş da değildir. Dinle, kimlikle, değerle alakası yoktur.
Bu bir çevreleme, kuşatma, kendi içinde boğma, içeriden vurmaprojesidir. PKK da, diğer örgütler de bu yönde talimat almıştır, bu yönde yönlendirilmiş ve savaşa sürülmüştür. Güneydoğu illerimizde devam eden operasyonlar bir iç işgali sona erdirmeoperasyonlarıdır. Türkiye'yi, insanlarımızı, ülkemizi, vatanımızıkurtarma mücadelesidir. Çokuluslu bir cepheye karşı verdiğimiz amansız bir direniştir.
İki cepheden saldırıyorlar!
Çünkü ikili bir saldırı altındayız. İçeriden ve dışarıdan tehditaltındayız. Dışarıdan çevreleyenler, güneyimizdeki coğrafya ile bütün bağlantımızı kesenler, İran'ı Türkiye'ye karşı konumlandıranlar, Rusya'yı karşımıza dikenler içeriden terör adı altında, PKK adı altında Türkiye'yi vurmaktadır.
Çünkü İran'ın pozisyonunun değişmesiyle Türkiye bir yerlere itilmeye çalışılmakta, bir ortak düşmana dönüştürülmek istenmektedir. Bu yüzden de İran için, 1979 devriminin 2016 itibariyle bittiği ilan edilmiştir. Tahran'ın “Büyük Şeytan”la anlaşması, kendi içinde bir çözülmeye yol açacağı gibi, coğrafya için Irak işgalinden daha büyük bir jeopolitik dönüşümdür.
Önlenemez yükseliş ve Türkiye mucizesi
İran'ın küresel sistemle uzlaşması ve Rusya'nın Türkiye karşıtı pozisyonu birlikte değerlendirildiğinde daha doğru sonuçlar belirecektir. Birileri Türkiye'yi küresel sistemin dışına itip düşman ilan etmeye ve hedef haline getirmeye çalışmaktadır. Bunun tek sebebi,Türkiye'nin önlenemez, kontrol edilemez yükselişidir!
Türkiye, mucizevi bir ülkedir. Yüzlerce yıldır bu özelliğini hep korumuş, tarih değiştirmiş, harita değiştirmiş, küresel ölçekte bunalımlardan sıyrılmayı başarmış, “yok oldu” denildiği her dönemde yeniden dirilmeyi bilmiştir. Bizim için Haçlı Savaşları,Moğol işgalleri ve Birinci Dünya Savaşı böyle bir tarihtir. Ve tarihin bu en ağır bunalımlarından çıkabilmeyi başaran tek ülke Türkiye'dir. Coğrafyayı toparlama ehliyetine ve birikimine sahip tek ülke olduğu için de hesaplaşma Suriye'de değildir. Hesaplaşma Türkiye iledir.
Yeni haritayı onlar değil, biz çizeceğiz
İşler bu kadar karıştıysa, saflar bu kadar netleştiyse, savaş bu kadar açık edildiyse, müttefikler bile bizi içeriden vurmaya başladıysa o mucizevi yükselişin kapıları da yeniden açılmış demektir. Bu yüzden ısrarla; “Onlar ne kadar harita çizerse çizsin, ne kadar Suriyeleştirme projesi uygularsa uygulasın, asıl harita bu toprakların insanları tarafından çizilecektir” demekten çekinmiyoruz. Bir hamaset, bir moral operasyonu yapmıyoruz, bir gerçekten söz ediyoruz ve inanmayanlar gün gelip bu gerçekle yüzleşecektir.
Böyle bir dönemde her ikili ilişki, her bölgesel oluşum, her küresel ölçekte eğilim biçimi yeniden sorgulanmalı. Stratejik ortak kavramı tarih olmuştur. Konjonktürel ortaklıklar dönemi başlayalı yirmi yıl oldu. Türkiye, iç politik dizaynından, toplumsal bağlarına, dış politikasından enerji denklemine, yeni stratejik değer tanımlarına kadar her şeyi yeniden yorumlamak zorundadır. Soğuk Savaş döneminin devlet yapılanması, bu yükselen tehditlerlemücadele edecek, fırsatlardan yararlanabilecek yetenekte değil. Türkiye, klasik Baasçı yapılardan, yüklerden, o döneme aitezberlerden, coğrafya okumalarından hızla kurtulmak zorundadır.
Türkiye bu tehditlerin üstesinden gelecektir
Milli savunma atılımını daha da hızlandırmak, yerli imkanlarını güçlendirmek, ekonomik mucizesine devam etmek, içeride “terör”adı altında servis edilen işgal girişimlerine acımasız bir reaksiyonlason vermek, yeni toplumsal sözleşme girişimleri başlatmak, yeni bir üst değer ve kimlik üretmek, devlet yapılanmasındaki hantallıktan kurtulmak, “Başkanlık sistemi” tartışmalarını bütün ciddiyeti ile ele almak, karar mekanizmalarını hızlandırmak, böylece yeni coğrafi ve küresel gerçeklerle yüzleşmenin altyapısınıtamamlamak zorundadır.
Bu tehditle mücadelede güvenlik birimleri kararlılıkla seferberedilmek zorundadır ancak asıl yapılması gereken devletin kendini daha mobilize bir yapıya dönüştürmesi, hantallıklarından kurtarılması, toplumsal bağların güçlendirilmesidir. Türkiye toplumu yeni tehditleri de görmüştür, tehditle yüzleşmenin bütün araçlarına ve yöntemlerine açıkça destek vermiştir. Bu fırsat çok iyi değerlendirilmelidir.
Türkiye'nin siyasi aklı, birikimi, bugünkü siyasi öncülük yeterliliği bütün bunların üstesinden gelecek kabiliyete sahiptir. İçerideki bütündirenç merkezlerine rağmen, iç işgalcilere rağmen, siyasi partilerle terör örgütlerini tek çatı altında birleştiren iradeye rağmenülkenin ana omurgası kaya gibi sağlam ve yerindedir. İşte tarih değiştirecek, harita değiştirecek irade buradadır. Bu irade ile siyasi akıl arasındaki bağ ise, modern Türkiye tarihinde ilk kez bu kadar sağlamdır.
O cephe vurulmalı
Güneydoğu illerimizde yaşananlar ile Kuzey Koridoru Projesi aynı savaşın tek cephesidir. Azez-Cerablus arası aynı cephedir. Eğer Cizre'de mücadele ediyorsak bu bölgelerde de mücadele etmek zorundayız. Oraları boş bırakarak Cizre'yi kurtarmak mümkün olmayacaktır. Öyleyse, Türkiye'ye karşı en büyük boğma operasyonu olan bu kuşağa, bedeli ne olursa olsun, müdahale edilmelidir. Eğer edemeyeceksek Suriyeleştirmeyi önleyemeyeceğiz demektir.
Cizre'deki mücadele sınırın diğer tarafında da devam edecektir. Eğer tehditleri sınırlarınızda karşılarsanız o savaş sadece Cizre'ye değil, Konya'ya da gelir, Erzurum'a da gelir. Türkiye bunun farkındadır
“Acımasız direniş” dönemi
Dışarıdan çevrelenen, içeriden ihanetle vurulan, bir tür iç savaşa sürüklenmek istenen Türkiye kuşatmayı da yaracaktır, iç işgal girişimlerini de yok edecektir. Bunu başaracaktır. Bugün cephenin diğer tarafından pozisyon alanlar işte o zaman lanetlenecektir. O iç işgalciler, o terör ihalesi alanlar, o “aydın piyasasında”nda ihale peşinde koşanlar lanetlenecektir.
Bu yüzden siz siz olun, “iç işgalciler”e karşı, terör adı altında işgal girişimlerine karşı teyakkuzda olun.
“Acımasız direniş” üzerinden ahitleşmeyi sakın ihmal etmeyin.
Başkanlık Sistemi’nde ‘Türkiye modeli’ nedir?
Başkanlık Sistemi’nde
‘Türkiye modeli’ nedir?
![]() |
Sibel ERASLAN Star 29.01.2016 |
Sistem konuşmalarında sıkça dile geliyor: “Türkiye tipi Başkanlık Modeli” şeklinde...
Bu vurguyu, “doğal hukuk” çağrısı olarak okumak mümkün. Her ne kadar doğal olana dair soyut ve genel önerilere işaret ediyor olsa da. Bu genel ve soyut vurguyu, “tarihi bakış”la somutlamak mümkündür elbet. Meseleyi biraz daha ritmik hale getirmek istersek, karşımıza bu sefer de tarihi deneyimlere yaslanmak imkanı çıkar zira... Yani; doğallığını, kendiliğinden, kendi hayati/tarihi tecrübelerinden çıkarırken, evrensel insani kazanımları da ıskalamadan yürüyebilmek hukuk ve adalet yolunda...
Tarihi deneyim deyince; 1. ve 2. meşrutiyetlerden 1876’dan bu yana çizegeldiğimiz önemli bir parlamento geçmişimiz var. Anayasacılık geçmişimiziyse 1808’e Sened-i İttifak’a kadar götürebiliriz. “Devlet iktidarını kısmen de olsa denetlemeyi maksat edinmiş” ilk evrak olarak ciddi bir tecrübedir bu senet... Aynı Sened-i İttifak’ın, yenilenen ordu/yönetim ilişkisinin yol açtığı buhranlar ve kopmaya yüz tutmuş merkez taşra ilişkisi gibi sistem tıkanmalarının üzerinden çıktığını biliyor muyuz?... Aynı Sened’in kanlı bir Saray darbesi sonucu, 3. Selim’in katli sonrasında imzalanabildiğini de önemli bir not olarak düşelim... Hukuk tarihi dramatik olayların üzerinden işler.
Bu notu niçin düştük?
Çünkü toplumlar, canları sıkıldığı için veya moda olduğu için, laf olsun torba dolsun için sistem değişikliğini konuşmazlar... Muhakkak ki yaşanan bir takım tıkanıklıklar, bir takım hayati zorluklar vuku bulmuştur ki, bunu aşmak konusunda mevcut yapı yetersiz kalmıştır...
İşte bugün konuştuğumuz “Türkiye tipi Başkanlık Sistemi” vurgusu da suyunu bu gözeden içer. Öyleyse sistemin nerede tıkandığına dair içtenlikli cevaplar üretmeliyiz. Mevcut Parlamenter sistemimiz, darbe anayasalarının rehin tuttuğu bir sistemdir...
***
Nasıl ki herkesin kendine has bir hayat hikayesi varsa, toplumların da kendi hayat maceraları, tecrübeleri var. Elbette bu zorlu bir iştir. Yani bir kişinin hayat hikayesine bakarak geleceğine dair ihtiyaç listesini ve yol haritasını çıkarması ile milyonlarca kişiyi taşıyan bir toplumun hepsi de birbirinden farklı ihtiyaçları söyleşen insanlarının orkestrasından bir harmoni çıkarabilmek elbette kolay değil...
Ama öte yandan ne Parlamenter Sistem ne de Başkanlık Sistemi, uygulandıkları her ülkede aynı sonucu aynı randımanı vermiyor işte... Bu o ülkenin jeopolitiğinden, kavşağında buluşmuş kültürlerinden, vatandaşlarının rengarenk yapısından (tersi de olabilir durağan yatışmış benzeşen bir sosyolojisi de olabilir o toplumun), hatta bazen duygusal dünyalarından, mizaçlarından, hayata ve dünyaya bakışlarından, hayatı ve dünyayı yaşamak deyince anladıklarından apayrı şeyler değil kuşkusuz...
Bunların hukukla siyasetle veya yeni anayasa ile ne ilgisi var şimdi dediğinizi duyar gibiyim...
Toplumsal hikaye dediğimiz şey şu:
En başta iktibasçı yaklaşımlarla bugüne kadar gelmiş hukuk mecramızın sadra şifa olamadığını fark edelim. “On yılda 15 milyon genç yarattık” ama Kürt sorununu hala çözemedik o kadar da ileri yasaları iktibas ettiğimiz halde mesela...
İktibasçılık bir bakıma fabrikasyon pratikliği anımsatır. Bizdeki kodifikasyon süreci, bu yöntemi benimsemiştir. İsviçre, İtalya, Fransa yasaları, hasbelkader (hasbelkader sözü hocamız Prof. Sungurbey’e ait) dilimize çevrilip adeta bir modernizasyon murad edilmiştir. Aceleyle beklenen toplumsal değişim dönüşüm için, hukuk sağlamaktan çok, devlet tarafından inşa edilecek yeni bireye yönelik normatif bir kalkan işlevi gören bu yasalaştırma zihniyeti...
Bizim Türkiye tipi Başkanlık Sistemi derken geçirdiğimiz tarihi tecrübede en önemli, canımızı en çok yakan iki temel sorun işte bu vesayet algısıdır...
Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının dönemin Milli Mücadeleye has zorlu şartları çerçevesinde oluşturdukları otoriter tarz, zaman içinde milli güvenlik işlevini üstlenen kadrolarca tevarüs edilmiş, bu durumsa değişik dönmelerde cuntalaşmaya açık bir vasatı doğurmuş, hantallaşmış merkez/taşra ilişkisinden doğan bürokratik vesayet devlet içinde devlet mesafeleri doğurarak bireyin iyice yalnızlaşmasına yol açmış, son kertedeyse legal görünümlü illegal/paralel yapılanmalar aracılığıyla siyaset dışı odakların baskısıyla, ülkeye nefes aldırmayacak hale gelinmiştir...
1. Otoriter normatif yapılanma... 2. Askeri cunta darbelerine açık olma... 3. Paralel devlet yapılanmasına imkan tanıyan, kuvvetler ve kurumlar arası ilişki... Türkiye tipi Başkanlık Sistemi’ni bu üç önemli handikapı aşmak için konuşuyoruz. Devam edeceğiz...
Başkanlık Sistemi için Haydi Bismillah
Başkanlık Sistemi için Haydi Bismillah
![]() |
Hüseyin GÜLERCE Star 29.01.2016 |
Cumhurbaşkanı Erdoğan yeni anayasa ve başkanlık sistemi için dünkü Türkiye Anayasa Platformu toplantısında yürüyüşü başlattı. Milletimiz, vatanımız, devletimiz, geleceğimiz için hayırlı olsun.
Sayın Cumhurbaşkanı öncelikle “Türk Tipi Başkanlık” için ön yargılardan arınmış olarak objektif ve bilimsel bir tartışmanın yapılmasını arzu ediyor. Bir ortak akıl çağrısı yapıyor, feraset çırasının tutuşturulmasını istiyor.
Sayın Erdoğan, şu gerçeğin altını bir daha çiziyor: Cumhurbaşkanını halkın seçmesi, geriye dönüşü olmayan bir yoldur. Milletin elindeki bu yetkiyi kimse geri alamaz. Kimse Meclis’e bundan böyle, “Cumhurbaşkanını halk değil, yine eskisi gibi Meclis seçsin” diye bir teklif dahi getiremez. Demek ki bir fiili durum var. Artık Cumhurbaşkanını halk seçecek. Böyle olunca da parlamenter sistemi iki başlılıktan kimse kurtaramaz. Seçilmiş Cumhurbaşkanı ile seçilmiş Başbakan arasında, hele farklı partilerden oldukları dönemlerinde, ülkeyi kilitleyen, kaos potansiyeli taşıyan bir durumla karşı karşıya kalacağız. Sayın Erdoğan’ın da söylediği gibi, “Ülkemizde bu sistemle seçilen hiçbir cumhurbaşkanının, siyasi gündemden tecrit edilmiş bir şekilde sadece sembolik konumda bulunması düşünülemez.” İki başlılığı ortadan kaldırmak ancak Başkanlık sistemi ile mümkündür.
Bir başka nokta dün Sayın Cumhurbaşkanı da değindi; Başkanlık sistemi talebi, Sayın Erdoğan’ın şahsı ile ilgili değildir. Meseleyi Sayın Erdoğan’ın şahsına indirgemek, doğrudan doğruya Başkanlık sistemine karşı olmaktır. Başkanlık sistemi muhalefet tarafından istenmiyor. Bunun birinci sebebi, muhalefet partilerinin Başkanlık seçimlerini kazanma imkânının neredeyse sıfır olmasıdır. Erdoğan’ın otoriterleşmeye gideceğini söylemek, samimiyet bakımından arızalıdır. Muhalefet, hiç Erdoğan’ın adını karıştırmadan halkı ikna edecek başka gerekçeler söylemelidir.
Evet, mesele Erdoğan’ın ismiyle ilgili değildir. Halkın desteğini kazanmış ve sağ-merkez sağ çizgisindeki liderler hep Başkanlık sistemini istediler. Rahmetli olmuş liderler; Türkeş, Özal, Erbakan ve Demirel, Türkiye’nin Başkanlık sistemi ile daha iyi yönetileceğini savundular. Özal’a da, Demirel’e de hep aynı eleştiri yöneltildi: “Kendi şahısları için Başkanlık sistemini istiyorlar.” Aynı terane bugün de Erdoğan için tekrarlanıyor...
Başkanlık sistemi konusunda halkın kafasını karıştırmak isteyenlerin “Erdoğan kendisi için istiyor” iddiaları yanında, bir propagandaları daha var: “Başkanlık sistemi ile eyalet sistemine geçilecek, bugün ‘öz yönetim’ diyen Kürt siyasi hareketi, bağımsız bir devlet kurmanın en büyük imkânına kavuşacak. Erdoğan, Türkiye’yi bölünmeye götürecek...”
Sayın Cumhurbaşkanı dün bu maksatlı propagandayı bir daha yalanladı: Tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek devlet...
Ben de rahmetli Özal’ı tanıdığımdan beri Başkanlık sistemini savunuyorum. Bunun bugün için üç temel sebebi var: 1. Cumhurbaşkanını halkın seçiyor olması. Halkın elindeki yetki geri alınmayacağına göre, bundan geri dönüş olamayacağına göre yürütme erki, yeni anayasada buna göre yapılandırılmak zorundadır.
2. Türkiye koalisyonlarla yönetilmemelidir. Demokrasisi, sağlam uzlaşma zeminlerine sahip Batı ülkelerinde koalisyonlar geçerli olsa bile, bizde koalisyon dönemleri hep sıkıntılı olmuştur. Cuntacılar, vesayetçiler, bürokratik oligarşi, koalisyon dönemlerini hep kendileri için fırsat olarak görmüşlerdir. Koalisyon ortakları arısındaki çekişmeler, sivil iradeyi zayıflattıkça, vesayetin adamlarına, bürokratik oligarşiye gün doğmaktadır. Siyaset dışı aktörler hemen sahne almaktadır. İşte en son 7 Haziran seçimlerinde gördük. AK Parti’nin tek başına iktidar olma imkânı kaybolunca vesayetçi odaklar, Paralelciler nasıl da heyecanlandılar. Nasıl da CHP-HDP koalisyonu için ellerini ovuşturdular...
Başkanlık sistemi koalisyon dönemlerinin bitmesi demektir. Siyasi, sosyal ve ekonomik istikrarın sağlanması demektir. İstikrar için, müreffeh, güçlü ve büyük Türkiye için Başkanlık Sistemi’ni istiyoruz. Haydi Bismillah...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
İKLİM KANUNU ETRAFINDA DOLAŞAN YALAN VE DEDİKODULAR İklim Kanunu meclisten geçmiş de bu kanunla bize böcek ve yapay et yedireceklermiş, tar...