24.4.24

KUTSAL EMANETLER 1950 YE KADAR AHIRDA DURDU


 Tarihçi Said Alpsoy:


• 1926’da Topkapı Sarayı’nda kutsal emanetlerin bulunduğu yere girdiler

• Peygamber efendimizin hırkasını sırayla giyerek amma cüsseliymiş, amma şişmanmış diye alay ettiler

• Ardından bütün kutsal emanetleri Topkapı Sarayı’nın ahırına naklettiler

BURNUNDAN KIL ALDIRMAMAK

 MUTLAKA OKUMANIZI TAVSİYE EDERİM !


Osman Efendi bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır.

İlaç alır, geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder.

Doktor çağrılır. Doktor muayene eder,ağrı kesiciler verir, gider. Lakin Osman Efendinin başağrısı artarak sürer.

Üstüne üstlük baş ağrısı yanı sıra gözleri de yaşarmaya başlar.

Başka doktorlar çağrılır…Osman Efendi Uşak’ın ileri gelenlerindendir, ağrıyı kesene servet vaat eder.



Doktorların hiçbiri ağrıyı durduramadığı gibi sebebini de bulamaz. Ev halkı birbirine karışır,baş ağrısından geceleri uyuyamayan Osman Efendiyi İstanbul’a götürmeye karar verirler.


İstanbul’da en iyi doktorlar seferber olur.

Röntgenler, beyin tomografileri çekilir, testler yapılır…

Görünüşe bakılırsa Osman Efendi turp gibidir.

Oysa dayanması gittikçe zorlaşan baş ağrısı ve

gözyaşları hayatı çekilmez hale getirmiştir.

Ağrı kesici iğnelerle zor ayakta duran

Osman Efendi bu defa da apar topar yurtdışına götürülür.

O devirde Amerika değil İsviçre moda, Zürih’e gidilir.

Haftalarca hastanede kalınır,

onlarca profesör konsültasyon yapar, testler tekrarlanır.



Sonuç olarak:

Osman Efendiye teşhis konulamaz.

Artık yerinden kalkamayan

Osman Efendiye ağrı kesici iğneler verilir,

ülkesine dönüp “dinlenmesi”,

daha doğrusu son günlerini evinde geçirmesi tavsiye edilir.


Osman Efendi bitkin, aile perişan. “Kader”denilir, Uşak’a dönülür.

Osman Efendi yayla evinde bir odaya yatırılır ve ağrı kesici iğnelerle ölümü beklemeye başlar.

Bir gün, hastanın keyfi gelsin diye,

Osman Efendinin eski berberi “Berber Mehmet” çağrılır.

Berber yataktan kalkamayan Osman Efendiyi tıraş ederken,

adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler.

Berber Mehmet bir an düşünür. “Beyim?” der,

“Sakın sizin burnunuzda kıl dönmüş olmasın”

Bir bakar, “Hah işte der.“Kıl dönmüş.”

Osman Efendinin şaşkın bakışlarına aldırmaksızın

çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı çeker.

Ev halkı Osman Efendinin köyü ayağa kaldıran

çığlığıyla odaya koşar.

Berber Mehmet, Osman Efendinin elinden zor alınır ve

cımbızın ucunda tuttuğu yirmi santimlik kılla kapı dışarı edilir.

Osman Efendinin kanayan burnuna pansumanlar yapılır,

kolonyalar koklatılır ve yaşlı adam tekrar yatağına yatırılır.


Ertesi sabah Osman Efendi aylardır ilk defa rahat bir

uykudan uyanır. Gözlerinin yaşarması geçmiştir.

Baş ağrısından ise eser kalmamıştır.

Dönen kılın sinire yürüyüp gittikçe uzayarak dayanılmaz

ıstıraplara yol açtığını doktorlar ancak o zaman keşfeder.

Çözümün bu kadar basit olabileceği kimsenin aklına gelmemiştir.

Sapasağlam ayağa kalkan Osman Efendi, Berber Mehmet’i çağırtır ve ona bir servet bağışlar.


BURNUNDAN KIL ALDIRTMAYANLARIN

BAŞI ÇOK AĞRIYABİLİR -Burada mecazi anlam taşımaktadır.-







22.4.24

İÇİMİZDEKİ YARA MUSUL VE KERKÜK

 Musul ve Kerkük, Irak'ın önemli şehirleridir. Musul, Irak'ın kuzeyinde yer alır ve Tigris Nehri'nin batısında bulunur. Stratejik bir konuma sahip olan Musul, tarihi boyunca önemli bir ticaret ve kültürel merkez olmuştur. Kerkük ise Musul'un kuzeydoğusunda yer alır ve zengin petrol rezervlerine sahiptir. Her iki şehir de tarihi, kültürel ve ekonomik açıdan önemli yerlerdir. Ancak son yıllarda bu bölgelerde çeşitli siyasi ve etnik gerilimler yaşanmaktadır.



Musul, tarih boyunca Sümerler, Asurlular, Babilliler, Persler, Araplar, Selçuklular, Osmanlılar ve son olarak da modern Irak devleti gibi birçok medeniyet ve yönetim altında kalmıştır. Günümüzde Sünni ve Şii Müslüman nüfusun yanı sıra Kürt, Türkmen, Arap ve diğer etnik gruplar da şehirde yaşamaktadır. Musul, 2014 yılında IŞİD'in kontrolüne geçmiş ve 2017'de Irak güvenlik güçleri tarafından geri alınmıştır.



Kerkük ise tarihi boyunca birçok medeniyetin egemenliğinde kalmıştır. Şehir, Irak'ın en zengin petrol yataklarına ev sahipliği yapmasıyla ekonomik açıdan büyük öneme sahiptir. Ancak Kerkük, tarihi ve etnik çeşitliliği nedeniyle zaman zaman çatışmalara sahne olmuştur. Kürt, Türkmen, Arap ve diğer etnik gruplar arasında siyasi ve toprak talepleri nedeniyle gerilimler yaşanmaktadır.



Her iki şehir de Irak'ın karmaşık siyasi ve etnik yapısının birer yansımasıdır ve bölgedeki istikrarın ve barışın sağlanması için önemli birer kilit noktadır.

Elbette. Musul ve Kerkük, Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliği altında uzun bir süre kalmıştır.



Musul, Osmanlı İmparatorluğu'nun eyalet sistemi içinde Bağdat Eyaleti'ne bağlı bir vilayetti. Osmanlı döneminde önemli bir ticaret merkezi olarak kabul edilir ve birçok farklı etnik gruba ev sahipliği yapardı. Musul vilayeti, Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşüne kadar varlığını sürdürdü.


Kerkük ise Osmanlı döneminde Diyâr-ı Bekr Eyaleti'ne bağlı bir sancağın merkeziydi. Osmanlılar, Kerkük'ü stratejik bir konumda bulunduğu için önemli bir yerleşim yeri olarak gördüler. Şehir, Osmanlı döneminde tarım, ticaret ve el sanatları gibi farklı alanlarda gelişti.



Osmanlı döneminde Musul ve Kerkük, etnik ve dini çeşitliliği nedeniyle çeşitli dini ve etnik gruplara ev sahipliği yapmıştır. Bu dönemde de şehirlerde çeşitli dinlerden ve etnik kökenlerden insanlar barış içinde bir arada yaşamıştır.

Musul ve Kerkük'ün Türkiye'den kopması, Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı'nda yenilmesi ve imzalanan antlaşmalar sonucunda gerçekleşmiştir. 1916 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı'na girmesiyle birlikte Musul ve Kerkük, bölgedeki önemli cephelerden biri haline gelmiştir.


Savaş sonrasında, Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilmesiyle imzalanan antlaşmalarla Musul ve Kerkük'ün de dahil olduğu Mezopotamya bölgesi Britanya mandası altına girmiştir. Bu süreçte Musul ve Kerkük'ün Türkiye'den kopması, bölgenin yeni sınırlarının çizilmesiyle gerçekleşmiştir.


Özellikle 1920 yılında imzalanan Sevr Antlaşması'yla Musul ve Kerkük'ün Türkiye'nin kontrolünden çıkması öngörülmüş, ancak Türkiye'nin Kurtuluş Savaşı'yla kazandığı zafer sonucunda Sevr Antlaşması hükümsüz kılınmıştır. Bununla birlikte, Musul ve Kerkük'ün Türkiye ile olan ilişkileri ve sınırları, daha sonraki yıllarda uluslararası anlaşmalar ve bölgesel dinamikler doğrultusunda şekillenmiştir.

Tabii, daha fazla bilgi verelim.


Musul ve Kerkük, I. Dünya Savaşı sonrasında imzalanan 1920 Sevr Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrıldı. Ancak Sevr Antlaşması Türk Kurtuluş Savaşı'yla hükümsüz kılındı ve yerine 1923 Lozan Antlaşması imzalandı. Lozan Antlaşması'nda Musul ve Kerkük'ün statüsü belirlenmedi.


Musul'un durumu daha sonra 1926 yılında Türkiye ile Irak arasında Ankara Antlaşması ile ele alındı. Bu antlaşmada Musul'un Irak'a bırakılması kararlaştırıldı. Türkiye, antlaşmayı imzaladı, ancak Meclis'te onaylanmadı. Bunun üzerine Musul Sorunu Birleşmiş Milletler'e (BM) götürüldü.


BM, 1925'te Musul Vilayeti'nin kaderini belirlemek için Irak ve Türkiye arasında bir anlaşma yapılmasını önerdi. 1926'da İngiltere'nin baskısıyla Ankara Antlaşması imzalandı ve Musul Irak'a bırakıldı. Ancak bu, Türkiye'deki bazı çevrelerce kabul edilmedi ve Musul hala milli bir mesele olarak görülüyor.


Kerkük ise Irak'ın kuzeyindeki tartışmalı bölgeler arasında yer alıyor. Bu bölge, özellikle Kürtler, Türkmenler ve Araplar arasında toprak ve siyasi talepler nedeniyle çatışmalı bir konumda bulunuyor. Son yıllarda, Irak'taki çatışmalar ve güvenlik sorunları Kerkük'ün durumunu daha da karmaşık hale getirmiştir.

20.4.24

MEDENİ(!) AVRUPA

 1500'lerde İngiltere'de insanların çoğu Haziran'da evleniyordu senelik banyolarını da Mayıs'da yapıyorlar, Haziran'da çok kötü kokmuyorlardı..



Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu..

Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu..


Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti.. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak ta bebekler aynı suda yıkanıyordu.. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü..

İngilizcedeki 'banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın' deyimi buradan gelmektedir..

Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu..


Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu..


Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu..


Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu.. Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu.. Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar bu nedenle oluştu..


Zemin topraktı.. Sadece

Zenginlerin ahşaptan yapılmış zeminleri vardı..

Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu..


Bunu önlemek için yere saman seriyorlardı.. Kış boyunca saman sermeye devam ediliyordu.. Bir zaman geliyordu ki kapı açılınca saman dışarıya taşıyordu.. Buna mani olmak üzere kapının altına bir tahta parçası konuyordu ki bunun adı 'Thresh hold' (saman tutan; Türkçesi eşik idi..


Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu..


Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilave ediliyordu.. Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu.. Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu.. Bazen bu yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu.. 'Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük' (Peas Porridge hot, Peas Porridge cold, Peas Porridge in the Pot nine Days old) tekerlemesinin menşei budur..

Bazen domuz eti buluyorlar o zaman çok seviniyorlardı..


Eve ziyaretçi gelirse domuz etlerini asarak onlara gösteriş yapıyorlardı.. Birisinin eve domuz eti getirmesi zenginlik işaretiydi.. Bu etten küçük bir parça keserek misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı..

Parası olanlar kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu.. Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açabiliyordu.. Domatesler buna sık sık sebep olduğu için bundan sonraki yaklaşık 400 yıl Domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü..


Çoğu insanın kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu.. Onun yerine tahta tabaklar kullanıyorlardı.. Çoğu zaman bu tabaklar bayat ekmekten yapılıyordu.. Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu..


Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için, içinde kurtlar ve küfler oluşuyordu.. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında 'tabak ağzı' (Trench Mouth) hastalığı ortaya çıkıyordu..


Ekmek itibara göre bölüşülüyordu.. İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı..


Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu.. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu.. Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık bile yapıyordu.. Hatta bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor¸ aile etrafına toplanıp yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu..

Buna 'uyanma' nöbeti deniyordu..


İngiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek yer bulamamaya başlamıştı.. Bunun için mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir 'kemik evi'ne götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı..


Tabutlar açıldığında her 25 tabutun birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü.. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı..


Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar.. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi.. Buna mezarlık nöbeti denirdi.


Ortaçağda Avrupa'daki rahibelerin yüz ve ellerinden başka yerlerini yıkamaları kesin olarak yasaklanmıştı..


Kastilya Kraliçesi İsabella bile 50 yıldan fazla süren hayatı boyunca iki kez banyo yapmıştı..

Tuvaletle henüz tanışmayan Avrupa'da lazımlıkları sokaklara boşaltma adeti 17. yüzyıla kadar sürdü..


Fransa krallarından 14. Louis, gününün belli bir zamanını lazımlığında oturarak geçirir, devlet işlerini de buradan yürütürdü..


1600'lerde İstanbul'a gelen İngiliz büyükelçiler, lazımlık kullanma ve bunu da pencereden boşaltma adetleri yüzünden şehirden uzak olan Tarabya'yaki bir konağa gönderilmişti.. 19.yy da kesin olarak tuvalet kullanma sözü vermeleri üzerine Taksim'e taşınmalarına izin verilmişti..

liste böyle uzaaar gider..


Ama esas dikkat çekmek istediğim konu şudur;

1500 lü yıllarda adeta b*k içinde yaşayan Avrupa nasıl oldu da arayı bu kadar açtı?

Bu da bizim sınavımız olsun..


Prof. Dr. Erol Duren


#Üfleyincegeçmiyorbazıyaralar

19.4.24

Futbolun Tarihi

     Futbol, dünyanın en popüler ve yaygın sporlarından biridir. Kökenleri antik çağlara dayanır ve çeşitli kültürlerde benzer oyunlar oynanmıştır. Modern futbol ise İngiltere'de 19. yüzyılın ortalarında şekillenmeye başladı. 1863 yılında, İngiltere'deki futbol kulüpleri arasında ortak kuralların belirlendiği ilk futbol federasyonu olan İngiliz Futbol Federasyonu (FA) kuruldu. O zamandan beri futbol dünya çapında popülerliğini arttırarak gelişti ve günümüzde milyarlarca insan tarafından oynanmakta ve izlenmektedir.



   Futbolun tarihi oldukça zengindir. 20. yüzyılda, futbol uluslararası arenada büyük bir popülerlik kazandı ve FIFA (Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği) gibi uluslararası organizasyonlar futbolun dünya çapında birleştirici gücünü pekiştirdi. 1930 yılında Uruguay'da düzenlenen ilk FIFA Dünya Kupası, dünyanın en büyük futbol etkinliği haline geldi ve şimdi dört yılda bir düzenlenmektedir.



Futbolun tarihinde birçok unutulmaz oyuncu ve anı bulunmaktadır. Örneğin, Pelé, Diego Maradona, Lionel Messi ve Cristiano Ronaldo gibi efsanevi futbolcular, futbolun gelişimine ve popülerliğine büyük katkılarda bulunmuşlardır.


Futbol, sadece bir spor değil, aynı zamanda kültürel, ekonomik ve sosyal bir fenomendir. Maçlar, taraftarlar arasında tutku, bağlılık ve heyecan yaratır ve birleştirici bir güç olarak işlev görür. Bugün, futbolun dünya çapında milyarlarca insanı bir araya getiren benzersiz bir spor olduğunu söyleyebiliriz.

ÇOCUKLUĞUMUZUN FUTBOL KURALLARI

 ÇOCUKLUĞUMUZUN FUTBOL KURALLARI

1- Şişman olan her zaman kalecidir

2- Oyun sadece tüm oyuncular yorgunsa biter ( kural 5 hariç )

3- Hakem yok



4- Sadece faul ciddiyse penaltı olur

5- Topun sahibi sinirlenirse maç biter

6- En iyi 2 oyuncu aynı takımda oynayamaz O yüzden herkes kendi oyucularını seçer

7- Eğer en son seçildiysen bu küçük düşürücüdür

8- Sahadaki en iyi oyuncu top sahibiyle aynı takımda değilse maç çok geç başlar

9-3 korner bir penaltıdır

10-Hava kararmaya yakın maç berabere ise golü atan maçı kazanır maç biter.

11-Şut kalecinin boyunu aşarsa uzanamayacagı yere giderse gol sayılmaz

12-Tahta kaleler çok lüks sayılırdı iki taş koyup kale yapardık göz kararı gol sayılırdı

13-Caktirmadan kale kucultulebilir,

14-Abanmak yok,ayıp olur

15-Dur dur teyze geçsin

Yeni nesil çok şey kaybetti hemde çok şey......!

Belki top veya ayakkabı alacak paramız yoktu ama yemin ediyorum çok daha huzurlu, çok daha neşeli, çok daha güler yüzlü çok daha insandık ne istediğini bilen.

17.4.24

Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesi

 Medeniyet ve kültür, insanların bir araya gelerek oluşturdukları zengin miraslardır. Medeniyet, toplumların bilgi, sanat, teknoloji ve yönetim gibi çeşitli alanlarda geliştirdikleri değerlerin bir yansımasıdır. Kültür ise, bir toplumun inançları, gelenekleri, sanatı, dil ve yaşam tarzını içeren geniş bir kavramdır.



İşte bizim medeniyetimizin ve kültürümüzün tohumlarının atıldığı ve filizlerinin yeşerdiği; medeniyetimizin geçmişten geleceğe köprü vazifesi gördüğü gibi araştıran, geliştiren, öğrenen ve öğreten insanlarımıza öğrencilerimize kaynak vazifesi gören Millet Kütüphanesi...







Ülkesini Milletini seven birinin buraları gördüğünde gurur duymaması imkansız. Bizde gurur duyduk. Hep olumsuzluklar göz önünde olduğundan zayıflayan umudumuza birden parlama geldi...


Elhamdülillah tıklım tıklım umut vadeden gençlerimizin doldurduğu böyle yerlerimiz de var. Sessiz sessiz ve derinden kendi yolunda akıp gidiyor buralar. 

Rabbim yapanlardan yaptıranlardan vesile olanlardan bir tek tuğlası da olsa emeği geçenlerden binlerce kez razı olsun.

13.4.24

BİR FIRTINA YAKLAŞIYOR!!!

1- Türkiye’nin temel dinamiklerine saldırmaya başladılar.


2- Türkiye’nin savunma kalkanlarını hedef almaya başladılar.

3- Selçuk Bayraktar gibi, Haluk Bayraktar gibi, terörle mücadelenin, bölgesel ve küresel savunmanın direnç merkezlerine saldırmaya başladılar.

4- Bunlar iç politik polemikler, kişisel çekememezlikler değil. Asla değil.

5- Çok iyi bir planlama ile, çok iyi seçilmiş adresleri, sistematik biçimde hedef alıyorlar. Bu daha başlangıç.

6- İsrail, ABD, İran, Lübnan, Yemen, Suriye hattında çok önemli krizlerin hazırlandığı,

7- ABD/Avrupa ile Rusya arasında büyük savaş hazırlıklarının son aşamaya geldiği, 

8- Bu dönemde, Türkiye’nin kararları ve duruşu her iki konuda da belirleyici olacak.

9- İşte tam bu zamanlama ile, seçim sonrasında, Türkiye’nin milli aklını ve hazırlıklarını hedef alıyorlar.

10- Bir adım sonrasında; Libya’daki, Azerbaycan’daki, Somali’deki, Irak ve Suriye’deki Türkiye askeri varlığını hedef alacaklar.

11- Türkiye’nin Irak ve Suriye’nin kuzeyine yapacağı büyük müdahaleyi engelleyecekler. İçeriyi fena halde kışkırtacaklar. 

12- Türkiye-Rusya savaşı çıkarmak için, bir kez daha, akılalmaz tahriklere başlayacaklar.

13- Türkiye’nin İsrail’in Gazze’deki soykırımına karşı itirazını, öfkesini, önlemlerini boşa çıkarmak için olağanüstü provokasyonlara girişecekler.

14- 31 Mart yerel seçim sonuçlarının kendilerine bu gücü verdiğine inanıyorlar. ABD, Avrupa ve İsrail çevreleri de onlara bunu söylüyor.

15- Devletin merkez aklında zaaf oluşturmaya, sistemi kilitlemeye, milleti bölmeye ve her kötü ihtimale hazır hale getirmeye çalışıyorlar.

16- Ortadoğu’daki bölgesel savaşta da, Batı-Rusya savaşında da, Türkiye nerede durursa orası ağır basacak. Bunu bildikleri için içeride planlı bir “zaaf oluşturma, zayıf düşürme” sürece başlattılar.

17- Bir fırtına yaklaşıyor. Bu sefer de içeriden durdurulursak mahvoluruz. Bence herkes konuyu, iç politikanın dışına taşıyıp gerçek bağlamında anlamalı. 

18- Türkiye'nin bütün direnç merkezlerine saldıracaklar!
İbrahim Karagül

11.4.24

Beşinci Kol Çalışması

 🔺Kusursuz bir beşinci kol çalışması


🔺Türkiye’de muhalefetin zaferi ile sonuçlanan yerel seçimden sonraki 1 haftada…



🔺Yargının tuhaf ihmali ve ayrılıkçı partinin kışkırtmasıyla terör örgütü sempatizanları birçok ilde sokağa indi.


🔺Sözde Gazze hassasiyeti ile marjinal sağ, marjinal sol ve bazı İslamcı gruplar bir araya getirildi. Hükümete yönelik “İsrail ile ticaret” yalanı üzerinden sosyal medya destekli bir provokasyon tezgahlandı.


🔺FETÖ’nün firari kalemşörleri deprem bölgesindeki çalışmaları koordine eden Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki başta olmak üzere birçok tanınmış AK Partili isme sahte belgelerle itibar suikastı girişiminde bulundu.


🔺Belediyenin el değiştirdiği Sancaktepe’de eski başkan Şeyma Döğücü’nün makam odasında jakuzi olduğu yalanı 2 saat içinde çürütüldüğü halde ülke gündeminin en çok konuşulan konusu haline getirildi. (Yolsuzluk ve savurganlık algısı oluşturma çabası)


🔺Gençler ve taraftar grupları bir kez daha futbol üzerinden “Ülkede adalet yok” algısını güçlendirecek şekilde ayrıştırıldı, manipüle edildi.


🔺Lafı fazla uzatmaya gerek yok… Türkiye seçimden hemen sonra hazırlıkları önceden tamamlanmış kusursuz bir “Beşinci Kol” faaliyetinin etkisi altına girdi. 


🔺Toplumu sosyal medya yalanları ve sahte gündemlerle birbirine düşürmek için her gün yeni bir algı ve yalanı dolaşıma sokuyorlar.


🔺Fiili müdahaleyle ele geçirilemeyen (15 Temmuz 2016 ihaneti) devleti propaganda, casusluk, sabotaj, terör ve manipülasyonlarla müdahaleye uygun hale getirmek istiyorlar. En önemli amaçlarından biri de TSK’nın Kuzey Irak’a gerçekleştireceği operasyonu engellemek.


🔺Birbirine hiç benzemeyen, bir araya gelmeleri hayatın ve siyasetin olağan akışına ters siyasi akımların, grupların seçimden hemen sonra tam bir ittifakla hükümete yüklenmelerinin başka bir izahı olamaz…


🔺Birileri bütün düğmelere aynı anda basıyor.

Diren Türkiye..

Zafer Şahin


milliyet.com.tr/yazarlar/zafer…

9.4.24

BAYRAMINIZ MÜBAREK OLSUN


 Ömürden Bir Gün Ömürden Bir RAMAZAN Daha Gidiyor..


RABBÎM Sevdiklerimizle


Birlikte الله


Bizlere Tekrarını


Nasip Etsin..


Amin

7.4.24

NİKAH MEMURUNDAN EVLENEN ÇİFTLERE HARİKA KONUŞMA

 Evlenen bir çifte tavsiyelerde bulunan bir nikah memurunun sözleri gündem oldu.



Memur evlenen çifte, “Evliliklerinizi başkalarının evlilikleriyle kıyaslamayın, peri masallarına aldanmayın çünkü gerçek değil, mükemmeli aramayın hiçbirimiz mükemmel değiliz, birbirinizin geçmişini sorgulamayın adı üstünde geçmiş, eşinizin sizin zihninizi okumasını beklemeyin maalesef bunu hiç kimse yapamıyor, istediğiniz ya da istemediğiniz her şeyi açık açık söyleyin, konuşarak her şeyin çözülebileceğine inananlardanım. Birbirinize yaşam alanı bırakın, evlendiniz diye her şeyi birlikte yapmak zorunda değilsiniz” dedi.


Hikaye üzerinden örnek veren memur “Çok bilindik bir hikaye vardır. Kirpiler eşlerine dikenlerinin boyu kadar yaklaşırlarmış. Bilirmiş ki çok yaklaştığında dikeni batacak eşinin canı yanacak, sizde birbirinizin canı yakmamak adına o yaşam alanını lütfen bırakın birbirinize” ifadelerini kullandı.


Nikah memuru konuşmasının devamında, "Evliliğinizi yaşarken birbirinizin üzerine hesaplar yapmayın. Hesapsız yaşayın, haritalara bakmadan yol alın. Lütfen ama lütfen birbiriniz sahibi değil yoldaşı olmaya çalışın. ‘Her şey güzel olacak’ sözünü vermeyin maalesef ki olmuyor ama ola ki ‘Her şey kötü olursa ben yine senin yanındayım’ sözü çok daha kıymetli. Bir de çok sevdiğim bir söz var benim ‘Ses yankısını duymazsa kaybolur gider ve insanda öyle’ Kulak verin birbirinizin söylediklerine, ne demek istediğinizi anlamaya çalışın. Birbirinizin yankısı olun kaybolup gitmeyin” diye belirtti

Beşkonak Köyü Drone Çekimi


 

28.2.24

Sahi Şimdi Genelkurmay Başkanımızın İsmini Biliyormuyuz? 28 Şubat..

 Her şeyi okuyabilirsiniz ama yakın tarihle ilgiliyse okumalarınız o zaman daha bir dikkatli, daha bir duyarlı şekilde okumalara odaklandığınızı fark edersiniz. Okumalarınızı anlamlandırmak istediğinizde; medya, bireyin hak ve özgürlükleri, ekonomi, iç ve dış siyaset, yerel ve bölgesel dinamikler üzerinden bu okumaları yapabilir, yakın tarihin bugünden nasıl göründüğünü, nasıl anlamlandırılması gerektiğini anlamaya, çözmeye çalışırsınız. Yaşadığınız ülke, yaklaşık on yılda bir darbelerle sivil siyasete ayar çekilen Türkiye ise okumalarınızı daha bir özenli yapmalısınız. Bu özenli okumayı hak eden bir tarihsel okuma anlayışına sahip değilseniz, dün olanın bugünle ilişkisini, bugün olanın dünden bağımsız olmadığını; dünün sadece dünde, bugüne ait bir olayın da sadece bugünün olayı olmadığını anlayamazsınız.



Her dönem kendine ait kavramlarla hatırlanır; her dönem kendi kavramlarını oluşturur ve onları öne çıkarır. Neredeyse çeyrek asırlık bir geçmişi bugün anlamak, anlamlandırmak, insan hafızasının etkilerini bir kenara bıraksak bile, döneme ilişkin arşivci bir bakış açısıyla yapılacak yaklaşımla dahi 28 Şubat, bugün yaşayanlar için “tuhaf” ya da “nasıl olur?” denilecek türden istifhamlar barındıracaktır.

 

Gazete Manşetleri

Bugünden geriye dönüp baktığımızda, “28 Şubat medyası” olarak da adlandıracağımız medyanın bilinen işlevleri dışında; bir güç, bir odak olarak kendini konumlandırdığı bir dönemdi 28 Şubat süreci. O süreçteki gazetelerin manşetleri de, medyanın kendisini konumlandırdığı bu anlayışın ve zihin dünyasının bir yansımasıydı. O manşetlerden bazıları şunlardı: “Gerekirse silah bile kullanırız”, “Ordudan dört uyarı”, “Ya uy ya çekil”, “Beceremediniz artık bırakın”, “Gülen de uyardı”, “70 yıllık imajımız güme gidiyor”, “Laiklik uyarısı”, “Sincan’da tanklı protesto”.

Medya üzerinden yapılacak bir okuma elbette 28 Şubat’ta olup biteni anlamamıza yetmeyecektir. O dönemi maddeler halinde özetlemek gerekirse;

  • Kudretli generallerin(!) ülkesine ve milletine yerli mi yabancı mı olduğu tartışmalı düşünce dünyalarının kendini gösterdiği,
  • Medya patronlarıyla medya tepe yöneticilerinin “Emret komutanım!” pozisyonu aldığı,
  • Üniversite rektörlerinin milletin oylarıyla iş başına gelmiş hükümete “uyarı” verdiği,
  • Gazete kupürlerinden oluşan ciddi(!) belgelerle bir partinin kapatılması sürecine giden günlerin yaşandığı, 
  • Bin yıl sürmesi beklentisiyle Sincan’da tankların sokaklarda yürütüldüğü,
  • Her on yılda bir gerçekleşen darbe geleneğinin yeni kavramlarla kendini gösterdiği,
  • Halkın siyasal tercihlerini hiçe sayan vesayetçi anlayışın ülke yönetiminde kendini hissettirdiği,
  • Halkın dini duygularının istismarında dinin önemli bir aktör olarak manipülasyon kokan hareketlerle kullanıldığı,
  • Sivil siyasetin yönetimden uzaklaştırılmasına yönelik siyasete müdahalelerin çok yönlü olarak arttığı,
  • Yaşanan süreçte devlet bankalarından milyarlarca liranın aralarında medya şirketleri de bulunan şirketlerce ödenmeyecek krediler olarak hesaplara geçirildiği günlerdi 28 Şubat günleri.

 

Unutturulmayan Kavramlar

Kendini kabul ettirecek zemini hazırlamıştı 28 Şubat’ın aktörleri. Asimetrik savaş yöntemleriyle medyanın gücünü iyice pekiştirerek, kudretli medya patronları(!) yönetiminde halkın günlük ve gündelik yaşam biçimleri üzerinde bin yıllık etkiyi oluşturacak çabalar sergiliyordu 28 Şubatçılar.

Bugünün insanı için çok uzak olmayan bir geçmişi, yine o geçmişin ortaya çıkardığı kavramlarla hatırlamak istediğimizde gözlerimizin önüne gelenler tarihin kara sayfalar kısmında yerini alacak olan kavramlardır. Süreçte hemen her gün onlarca kere Gobbelsvari bir tekrar mantığıyla tekrarlanan, tekrarlandıkça benimsetilen kavramlardı bunlar.

Postmodern darbe, MGK bildirisi, brifingler, tanklar, Müslüm Gündüz, Aczimendiler, Ali Kalkancı, Fadime Şahin, rektörlerin uyarısı, andıç, askeri bir yetkili, Batı Çalışma Grubu, katsayı engeli, 8 yıllık kesintisiz eğitim, Kuran kurslarının kapatılması, laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak, irticai faaliyetler, bin yıl sürecek vb.

Her biri üzerine ayrı ayrı bilimsel çalışmaların yapılabileceği bu kavramlar, 28 Şubat’ın ve 28 Şubatçıların Türkiye siyasi hayatına dayattığı ifadelerdi. Onar yıllık darbelere alıştırılmış insanların, medyanın gücüyle darbenin postmodern olanına da alıştırılması, özel kanallarla birlikte ticari birer şirket mantığıyla çalışan televizyon kanalları için hiç de zor değildi. Ordu içindeki darbeci generallerinin öncülüğünde başta yargı mensupları olmak üzere, sivil toplum temsilcileri ve medya mensuplarına yönelik olarak düzenlenen “irtica brifingleriyle” meşruiyet zeminine giden yolların taşları döşeniyor, vazifelerini öğrenenler aşkla ve şevkle o taşları döşemeyi kendilerine görev biliyorlardı.

Muhalefet partilerinin milletin önündeki vesayetçi anlayışa dur demek yerine, onlarla birlikte ve onların elini rahatlatacak şekilde tavır almaları, Türkiye’nin onar yıllık periyotlarla darbe süreçlerini niçin yaşadığının da aslında bir izahı gibiydi.

Üniversitelerden başörtülü oldukları için uzaklaşmak ya da başlarını açarak okumak zorunda kalan  öğrencilerin okuma haklarını savunmak için yaptığı mücadeleler polisin sert tepkisiyle karşılaşıyor, okula devam etmek durumunda kalanlar ya başlarını açıyor ya da başörtüleri üstüne peruk takıyorlardı. “İdeolojik peruk takmanın yasak” olduğunu belirten bir rektör yardımcısı, üniversite kapısında kurdurduğu ikna odasında genç kızları başlarını açmaya zorluyordu. Eşi başörtülü olduğu düşünülen öğretim üyelerinden ise sudan sebepler üretilerek eşlerinin fotoğraflarını getirmeleri isteniyordu. Bütün bunlar, bin yıl sürmesi arzusuyla, ülke yönetimini vesayetleri altında tutmayı bir görev bilen ordu mensuplarının bireyin hak ve özgürlüklerini yok sayan anlayışlarının bir yansımasıydı aslında.

 

FETÖ’nün Yerleşimi

Bu süreçte dini bir cemaat ve hizmet hareketi olarak kendilerini tanımlayan ve 15 Temmuz 2016’da ihanet darbesine kalkışanların, orduyu ele geçirmek amacıyla yaptığı takıyye zirve yapıyor, halen ABD’de olan FETÖ elebaşı Fetullah Gülen o günlerde, orduya sızmış bulunan mensuplarına “hanımlarının başlarını açmaları” çağrısında bulunarak başörtüsünün “teferruat” olduğunu söylüyordu. Gazete manşetlerine yansıyan ve televizyon röportajlarında da hedefe koyduğu Refah-Yol hükümetine, 28 Şubat zihniyetiyle aynı paralelde eleştiriler yönelten Fetullahçıların lideri, “Beceremediniz bırakın artık” sözleriyle gazete manşetlerinde yerini alıyordu.

Gazete manşetlerinin ülkeye karabasan gibi çöktüğü günler ve gündemler, ülkenin gitgide huzursuz bir hal almasına yol açıyor, puslu ve bulanık havayı seven kurtlar pusuda bekliyordu. FETÖ’nün, cemaat ve hizmet hareketi olarak bilindiği 28 Şubat günlerini nasıl fırsata çevirdiği, dini duygularıyla tanınan her seviyeden ordu mensubunun Askeri Şura kararlarıyla “irticacı” diye yaftalanarak ordudan atılmasını sağlayıp oluşan boşluğu kendi örgüt üyeleriyle nasıl doldurduğu ve dönemin jakoben Kemalistlerinin de buna nasıl çanak tuttuğu da 15 Temmuz ihanet kalkışmasından sonra daha iyi anlaşılıyordu.

28 Şubat orduyla milletin iki ayrı noktada varlıklarını sürdürdüğü günler olarak süreci yaşayanların zihninde yer etmişti. Bugünden geriye bakıldığında, 28 Şubat’ın manipülatif etkileriyle oluşan sonuçların çok daha açık ve anlaşılır olarak ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Terörle mücadelede yaşanan onca can kaybına, onca maddi kayba rağmen çok az mesafe alınması, sadece vesayet geleneğini görevlerinin en başında tutan ordu mensuplarının terörle mücadeleye önem vermeyişleriyle açıklanamazdı elbette. 28 Şubat sürecine giden günlerde terörle mücadelede yaşanan başarısızlıkta, iç ve dış siyasetin kullanışlı elemanlarının manipülatif çabasının olumsuz etkisinin de olduğunu söylemek mümkün.

Tarihin tekerrür ettiğini ve eğer ders alınmazsa hep tekerrür edeceğini iyi bilmek yetmiyor. Önemli olan ister klasik ister modern isterse postmodern olsun, yaşanan onca darbeye dur demek, darbe zihniyetini aklının bir köşesinde tutan vesayetçilerin ortaya çıktığı zemini kurutmaktır. 28 Şubat postmodern bir darbe olarak nitelense de, her darbe ve darbe teşebbüsü gibi toplumun kodlarını alt üst etmeyi başarmıştır. 28 Şubat darbesi de dahil her darbe, sonrasında yaşananlar düşünüldüğünde ülkenin maddi ve manevi birçok kayıp yaşamasına yol açmış, ülkenin siyasal zeminini oynak taşlar üzerine oturtmayı başarmıştır. 28 Şubat yol açtığı mağduriyetler, yaşattığı zararlar ve her şeyden önemlisi milleti ve milletin temsili bağlamında Meclis’te yer alan temsilcilerini hiçe sayarak yok etmeyi başarabilmiş, ordusunu göz bebeği olarak gören milletin orduyla olan bağlarını zayıflatmıştır.

28 Şubat’ın gündemimize soktuğu kavramlar sadece vesayetçi zihniyetin siyasete müdahalesini yansıtan kavramlar değildi. Bu kavramlar, postmodern bir darbenin hükmedebildiği bütün güçleri sahaya sürerek milleti yönetme makamında olanları yok sayıp dayatmalarla kendilerine alan açtıkları darbeci geleneğin periyodik olarak 10 yıllık bir süreci takiben ortaya çıkan kavramlardı.

Bu kavramlar, vesayetçi zihniyetle birlikte artık sivil siyaseti tehdit eden bir güç odağı oluşturma çabasından uzaklaşıyor; önümüzdeki günlerin Türkiye’de sivil siyasetle şekillenmesinin yolu milletin temsilcilerinin, milletin önünde başka vesayet odağı istemediklerini gösteren cesur adımların atılmasıyla kendini gösteriyordu.

Burada şunu da yeni kuşaklara hatırlatmak gerekiyor. Dönemi, içinde yaşayarak hisseden bizler medyanın bilgilendirme(!) işlevi sayesinde 28 Şubat’ta dönemin cuntacı generallerinin hepsinin ismini ezberlemiştik!

Sahi siz Genelkurmay Başkanımızın ismini biliyor musunuz?

Ali BÜYÜKASLAN